Net Neutrality – Şebeke Tarafsızlığına Alternatif Bakış:

İnternet aslında uzunca bir süredir elektrik, su, doğalgaz gibi bir “commodity” muamelesi görüyor. Kesintisine tahammülümüz yok. Hız olmazsa olmaz, kota ve adil kullanım noktası gibi limitler zaten büyük haksızlık. ISP’lerden sürekli şikayetçiyiz. “Commodity” olarak gördüğümüz bu teknolojinin milyar dolarlar seviyesindeki yatırımları, işletilmesi ve sürekli geliştirilmesi zorunluluğuyla ilgilenmiyoruz. Bizi, istediğimiz her yerden, HD kalitesinde ve kesintisiz video izleyebilmek daha çok ilgilendiriyor. Ya da fotoğraflarımızı paylaşıp mesajlaştığımız uygulamaların hızı. Doğrusu normal olan da böyle olması. Hızlı ve limitleri olmayan internete mümkün olduğunca az ödeyip uygulamaları da bedava kullanmak gibi çok temel bir hakkımız olduğuna yürekten inanıyoruz.

 

Amacım ISP’lere acındırmak değil elbette. Internet omurgasını yaşatan ve yönetenler, paket tarife rekabeti yapmanın yanında dünyada rağbet görecek uygulamalar, içerikler, servisler geliştiremedikleri sürece eriyen bir “commodity” sahibi olmaktan öte geçemeyecekler.

 

Genel durum buyken ABD’de şebeke tarafsızlığı (net neutrality) konusu yakın zamanda önemli bir tartışmayı beraberinde getirdi. “Şebeke tarafsızlığı”; özetle her verinin ISP tarafından eşit şekilde iletilmesi demek. Ancak geçen yıllar boyunca uygulama ve içeriklerin sayısı öyle arttı ki veri gereksinimleri çok farklılaştı. ABD’deki bazı ISP’ler çeşitli dosya paylaşım sitelerine erişimi engellerken anlaşma yaptıklarını hızlandırdılar. Daha sonra tartışmalar başladı.

 

Özetle bir kesim, “şebeke tarafsızlığı” olmazsa yeni internet markalarının çıkmayacağını savunurken diğer kesim, “şebeke tarafsızlığı” olursa altyapı yatırımlarının ve teknolojinin ilerlemeyeceğini savunmakta. Türkiye’de böyle bir kanun zaten yok. Ancak kanun olmasa da BTK bu konuda hassas davranıyor.

 

Gelelim konunun kullanıcı olarak bize yansıyan başka bir boyutuna:

Hepimizin yoğun olarak kullandığı video platformları, sosyal medya ağları, arama motorlarının temel gelir kaynakları reklamlar. Biz ise karşımıza çıkan ve kimi zaman izlemek zorunda bırakıldığımız reklamlardan dolayı farkında olmadan para ödüyoruz. Çünkü izlediğimiz her reklam kotamızdan önemli bir miktarı tüketiyor. Mobilde bu tüketimler daha kıymetli. Fotoğraf paylaşımı üzerine kurulu bir Sosyal Medya platformunda 60 saniyelik bir post 5 mb. internet tüketiyor. Ya da popüler bir video platformunda aynı süredeki 720p HD kalitede bir reklam 14,5 mb. kotamızdan yiyor. Bunların parasal karşılığı her operatörün tarifesine göre değişmekte.

 

Bu noktada şöyle bir yorum yapılabilir mi?

Bu internet markaları bize izlettiği reklamlardan gelir elde ediyor ve bunu yaparken aslında altyapı maliyeti olan kısmı da bizim kotamızdan düşürerek hallediyor. Yani izlediğimiz reklamdan dolayı aslında cebimizden para çıkıyor. Kendim için kullanabileceğim kotamı reklam izlemek için harcamak zorunda bırakılıyorum.

Bu durum ISP ile içerikçilerin aralarında çözmesi gereken bir konu değil mi?

Reklam geliri elde eden her içerik platformunun, farklı şirketlere ait de olsa, bu altyapıyı kullanıyor olmaktan dolayı çıkan maliyeti kullanıcıdan alması ne kadar doğru?

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Eskiden olduğu gibi bir yere işe girip oradan emekli olmak gibi hayali yok gençlerin. İş gücündeki devir hızı çok arttı, uzun yıllar aynı yerde çalışmak demode. Diğer taraftan insan kaynakları departmanlarının halen en çok kafa yorduğu alanlardan biri çalışan bağlılığı.

Bol tatilli 2016 yılında çeşitli vesilelerle sohbet ettiğimiz gençlerin hemen hepsi çalıştığı işlerinden memnuniyetsizliğini dile getiriyor bir şekilde. En çok kendi değerlerinin farkında olunmamasından şikayetçiler. Haklı oldukları yanlar var.

Tam bu konular gündemdeyken bir araştırma yazısı ile karşılaştım*. Yaklaşık 12.000 genç profesyonele iş değiştirmeyi düşünüyor musunuz diye sorulmuş. Bu soru karşısında;

%21’i 6 ay içinde

%11’i 1 yıl içinde

%13’ü 1-2 yıl içinde

%10’u 2-4 yıl içinde

iş değiştirmeyi düşündükleri söylemişler. Rakamlar ibretlik. Yani genç profesyonellerin %50’ye yakını 2 yıl içinde iş değiştirmeyi düşünüyor. %54’ü ise halihazırda iş başvurusu yapmış durumda.

Araştırmada enteresan başka bir skor da mevcut işvereninden memnuniyet skoru, bu da 10 üzerinden 6,1. Arkadaşına tavsiye etme skoru ise 5,7.

Genç profesyoneller tedirgin derken çok da haksız değilim. Bu noktada gençlerin 2 yılda iş değiştirmeyi düşünerek nasıl bir sirkülasyon içine girdiklerine, sadece kendilerine değil bulundukları sektöre de nasıl bir etkide bulunduklarına dair yorumlar yapmayacağım.

Maaşları gününde yatırmak, sigortasını gerçek rakam üzerinden göstermek gibi konuların yeterli olmadığının çok farkında olan şirketler ne düşünüyor merak ediyorum. Bu düşüncede olan genç insanlar için şirketler çalışanları kaçırmayalım, onları sadık birer çalışanımız yapıp eğitelim ve uzun yıllar bünyemizde faydalanalım mı istiyorlar. Hadi ama… Yazarken bilen gerçekçi olmadığı görülüyor.

Bundan sonra şirketlerin halihazırdaki çalışanlarına güzel bir deneyim yaşatarak ayrıldıklarında dahi eski çalıştığı şirketini güzel anmalarını sağlamak daha anlamlı olabilir. Bu şekilde en azından arkadaşlarına olumlu tavsiye etmesi sağlanır ve tercih edilen bir şirket olabilir. Kısa süreli ama yüksek kaliteli çalışanlar…

Harvard Business Review, Eylül 2016, “Y Kuşağı Şirketlerden Ne İstiyor”
Universum 2016, Üniversite Öğrencileri ve Genç Profesyoneller Araştırması, Evrim Kuran.

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

15 Temmuz, yaşayanların asla unutmayacağı çok acı, bir o kadar da hepimizi korkutan bir girişim olarak tarihe geçti. Halen meydanlarda demokrasi nöbeti tutan milyonlarca insandan görüleceği üzere korkutan tanklar ve silahlar değildi. Korkutan ve acıtan belki de hemen yanımızda duran kimselerin birden başka bir şeye evrilmesi. Birden aslında bugüne kadar gizlediği görevini açığa çıkararak aklını yitirmiş fedailere dönüşmesi, hatta canımıza kasdetmesiydi. Akıl alır gibi değil gerçekten.

Yaşanan bütün bu acı olaydan sonra hemen herkes yakın zamanda hiç olmadığı kadar birlik oldu ve bu kalkışmanın karşısında yer aldı. İnsanlar bireysel tepkilerini meydanlarda ve sosyal medya hesaplarındaki paylaşımlarında yaparken kurumlar da birer birer bildirilerini çeşitli mecralarda yayınladı.

Darbe girişiminin olduğu hafta sonu akabinde, ilk gün 18 Temmuz Pazartesi, Türk Telekom ve THY  darbeye karşı duruşlarıyla bu tarihi gazetelerin sayfalarında yerlerini aldılar ve ayrıştılar. Devamında pek çok kurum da ilanları ve farklı mecralardaki yayınlarıyla duruşlarını gösterdiler elbette.

Kalkışmanın şokunu üzerimizden attıktan sonra firmalar da kendini biraz daha toparladı ve iletişimlerini hızlandırdılar. Bu noktada çok açığa çıkmamış başka bir tartışma da alttan yürüdü. Her ne kadar sürekli güncellenen bir gündem içinde kendine fazla yer bulamasa da üzerinde konuşulmaya değer bir konu.

 

Darbe kınama mesajları, meydanlarda dağıtılan ikramlar, kısaca yapılan iletişimler ve sunulan faydalar neden firmaların logoları ile yapılıyor, bu reklam olmuyor mu, böylesi bir durumda  nasıl reklam düşünülebilir?

 

Meydanlarda logosu olmayan araçlarla bisküvi dağıttığını bu video ile öğrendiğimiz Murat Ülker’in de bu konuda bir değerlendirmesi var. Özetle; “Biz vergi rekortmenleri listesinde dahi adımızın açıklanmasını istemiyoruz, ayıptır, insanlar demokrasi nöbeti tutarken benim kamyonumda logom olursa reklam olur, bu da yakışık almaz diye düşünüyorum” diyor. Saygı duyuyorum.

 

Aynı şekilde logoları ile iletişim yapanlara sosyal medyada başka yorumlar da yapıldı:

 

Özellikle ajansların hızlı aksiyon almayı gerektiren böyle bir durumda refleksleri zayıf, kafaları hep ticari çalışıyor. Marcom’cular da bu ekstra alışılmadık durumda sürece ne kadar müdahil olabildiler bilinmez. Elbette bazı şirketlerin ticari sloganlarını da işin içine katarak yayınladıkları kınama mesajları eleştirilebilir. Ancak bu dahi hoş görülmelidir fikrindeyim.

 

Oysa şunlar unutulmamalıdır;

  • Markalar; bir şekilde darbeye karşı duruşlarını açık ve net olarak ilan ettiler. Gazete ilanları, TV spotları, basın bültenleri yayınladılar.
  • Markalar; halkın yanında olduklarını meydanlarda yer alarak göstermek istediler. Su dağıtarak, bisküvi dağıtarak, ücretsiz telefon görüşmesi yaptırarak, data paketi hediye ederek.
  • Meydanlarda bulunanlar ihtiyaç sahibi kimseler değil, bir duruşu sergilemek için toplanan insanlar. Bisküvilere, sulara vb. dağıtılanlara ihtiyaçları yok. Bu yüzden markaların meydanlardaki varlığı da bir hayır kampanyası, bir sosyal sorumluluk projesi için değil, bir duruş göstermek içindi.

 

Öyleyse;
Böyle bir duruş kimliksiz olmaz ve
markaların kimlikleri de logolarıdır.

Amblemleriyle, logolarıyla, personelleriyle, araçlarıyla, ürünleriyle bir şekilde meydanlarda ve mecralarda halkın yanında durduğunu gösteren her markaya bir birey olarak müteşekkirim.

 

1 cevap

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Özellikle teknoloji şirketleri son 10 yılda çok ciddi büyüme yaşadı. Bunda akıllı telefonların ve internetin yaygınlaşmasının rolü büyük elbette. Ancak özellikle bu yıl açıklanan rakamlara baktığımızda bu çılgın büyüme yavaşladı gibi. %50, %100’ler oranındaki büyümleri %10’lar 20’ler olarak görmeye başladık. Teknolojide pazar doygunluğa mı ulaşıyor?

Twitter ivmeyi kaybetti.

Halka arzedildikten sonra neredeyse her yıl %50’nin üzerinde büyüme kaydeden Twitter, geçen yıl %20’de kaldı. Bugüne kadar reklam gelirleri sayesinde sağlam bir büyümesi olan şirket, bu yıl için hedef küçülttüğünü açıkladı. Kötü gidişatın etkisiyle ve özellikle bu açıklamadan sonra şirketin hisseleri %11’lik bir düşüş de yaşadı.

Geleceğe dönük olarak canlı video yayınına ağırlık vermeyi planlayan şirket Amerikan Futbol Ligi canlı yayın anlaşması ile bu kötü gidişi durduracağına inanıyor.

Evet, Apple da…

Uzun zaman sonra Apple da ilk kez bir önceki yılın aynı döneminden daha düşük bir büyüme rakamı açıkladı. Yine de 2. çeyrekte 8 milyar dolar gelir elde eden şirket, bu açıklamasının ardından yüzde 5’lik bir artış gördü. Apple güçlü bir marka ve kısa dönemli düşüşlerden etkilenmeyecektir elbette. Ancak durumun sadece bu birkaç çeyrek için olduğu şüpheli. Üçüncü çeyrekte de geçen yıla oranla daha az gelir elde etmesi bekleniyor. Apple bu çeyrek için 42,4 milyar dolarlık ciro hedeflediğini açıkladı. Bu rakam geçtiğimiz yıla göre yaklaşık % 15 daha düşük.

iPhone satışları 40.4 milyona düştü, Çin’deki ciro % 33 azaldı. Apple Watch, Apple Tv gibi yeni sayılabilecek ürünlerin bulunduğu diğer ürünler kategorisi ise yüzde 16’lık düşüş yaşadı. Bu dönemde Apple’ın büyüme sağladığı tek bölge % 23 ile Japonya pazarı oldu.

Apple, yeni iPhone’ların getireceği satışları hesaba kattığında dahi bu yılın son çeyreğinde 45,5 ila 47,5 milyar dolarlık satış hedeflendiğini açıkladı. Bu rakam geçtiğimiz yıl 51,5 milyar dolardı.

Facebook yine yürüyor.

Herkes hedef küçültürken, bu durumdan etkilenmeyen nadir şirketlerden biri Facebook. İkinci çeyrek rakamlarının ardından şirketin hisse senetleri % 6,5 değerlendi. Yani Zuckerberg birkaç saat içinde 3,4 milyar dolar kazandı.

İkinci çeyrekte beklentilerin üzerine çıkan Facebook, 6.02 milyar dolar olacağı tahmin edilen gelirini 6,44 milyar doları olarak gerçekleştirdi. Nisan ayında da ilk çeyrek rakamlarını açıkladığında birkaç saat içerisinde 4 milyar doların üzerinde değer kazanmıştı.

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Son dönemin daha çok konuşulması muhtemel terimlerinden biri Snackability. Cannes’da da epey bahsi geçmişti. Kavramı tanımlayan kelime –snackability- bile açıklamaya gerek olmadan ne demek istediği hakkında fikir veriyor.  Ancak kısa bir açıklamaya ihtiyaç duyarsak Ahmet Akın’ın şu izahı gayet öz:

“İçinde yaşadığımız çağda, uzun süreli zaman, dikkat ve emek isteyen bir yemek gibi olmak yerine bir “atıştırmalık” gibi olmak. Bir “atıştırmalık” kadar rahat ulaşılabilir olmak, tüketmesi keyifli ve paylaşılması kolay olmak.”*

Bunu yeni bir kavram olarak konuşuyor olsak dahi uygulamada aynı şeyi söyleyemeyiz. Twitter mwitter gibi platformlar zaten bunu yaparak hayatlarına başladılar. Twit başına 140 karakter. Şimdilerde günde 65 milyon tweet…

Televizyonlardan akıllı telefonlara, hatta arabalarımıza ve ileride beyaz eşyalarımıza kadar çevremizdeki her bir cihaz bizim için birer içerik toplayıcı/sunucu olagelmekte. Dolayısıyla üretilen çok sayıda içerik pek çok alternatif kanaldan hedef kitlesine ulaşmaya çalışıyor. Durum böyle olunca derinlemesine okumalar, detaylı araştırmalara rağbet azalıyor. Çok sayıda farklı kaynaktan kısa bilgilere ulaşmak daha cazip hale geliyor.

Peki atıştırmalık içerik nasıl olmalı? Etkili sunumların ustası Guy Kawasaki atıştırmalık içeriklere dair şu önerilerde bulunuyor**:

  • 8 Dakikalık videolar yerine en fazla 60-90 sn. uzunluğunda videolar daha izlenebilir ve etkilidir.
  • Infografikler kolay anlaşılır arayüzleri ile farklı hikayeleri veri kullanarak anlatmada etkilidir. Ses ve animasyon içerenleri daha tercih edilebilirdir.
  • Quora benzeri bir ekosistemde en fazla 2-3 paragraf hızlı gözatma için yeterlidir.
  • Kurumsal ve kişisel bir blogda 500-700 kelimelik bir post en idealidir.
  • Yazılarda, yararlanılan araştırmaları uzun anlatmak yerine referans vermek ilgi çekmek ve bağlılığı artırmada önemli bir yardımcıdır.
  • Kendi sosyal kanallarınızda çok kısa postlar kullanılmalıdır.
  • Sunumlarınızda 10-15 slayt kullanın.

 

*Campaign Turkiye, 6 Temmuz 2015
** Marketingprofs.com

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Sesin ve müziğin gücü pazarlamacılar tarafından çok iyi bilinmekte ve özellikle günümüzde yoğun olarak kullanılmaktadır. Reklamda ses ve müzik kullanımı duygusal bir uyaran olarak kabul edilmiş ve pek çok araştırmada reklam mesajlarının hatırlanırlık, bilinirlik ve dikkat çekiciliğe olan etkisi anlamında ele alınmıştır (Batı, 2010).

Seslerin bir pazarlama aracı olarak kullanılmasına verilebilecek güçlü örnekler mevcuttur:

Örneğin; 1990’lı yılların başında Las Vegas’ta bozuk para ile çalışan kumar makinaları insanların daha çok para harcamalarını sağlamak üzere kağıt para ile çalışacak şekle dönüştürülmüştü. Ancak sonuç beklenenin aksine gelir kaybına sebep oldu, çünkü bozuk para sesi çıkmayan kumarhaneler müşteri kaybetti, akabinde bozuk para sesinin kullanımına geri dönüldü.

Diğer bir örnek Kellogg firmasının Corn Flakes ürünü tüketilirken çıkan sesini özelleştirmek için yaptığı çalışma verilebilir. Danimarkalı bir ses prodüksiyon firması ile çalışan Kellogg, mısır gevreğini yiyenlerin çıkan sesi kendi markaları ile özdeşleşmesini sağlamayı amaçladı. Böylece diğer markalar tüketildiğinde çıkan seste aynı deneyim yaşanmayacaktı.

Aynı şekilde McDonald’s’ın kağıt bardaklarına pipet sokarken çıkan ses, Pringles kutuları açılırken çıkan “pop” sesi, Nokia telefon melodisi, Mac bilgisayarların açılış sesi gibi verilebilecek çok sayıda örnekte, bilerek çalışılmış ve geliştirilmiş bu seslerin önemli bir pazarlama aracı olarak kullanıldığı görülmektedir (Doğan, Bu sese kulak verin, http://www.altiustutasarim.com).

Nokia melodisi aslında İspanyol besteci Francisco Tárrega’ya ait. 1902 yılında yazdığı klasik gitar bestesi, Gran Vals’ın bir bölümünden alınmış. (parçanın 18-22. saniyeleri arası tanıdık gelecektir)

Reklam uygulamalarında seslerin melodiler ve müzikler olarak kullanımı geçmişten bugüne giderek artan bir önem kazanmıştır. Batıda reklam müzikleri kullanımının 19. yüzyıl sonlarında görülmeye başladığı bilinmektedir. 1941 yılındaki “Pepsi-Cola Hits the Spot” network radyolarda çalınan ilk reklam müziği olmuştur (Batı, 2010). Reklam ve müzik ilişkisinde odak genellikle müziğin hafızada kalması üzerinde kurgulanmaktadır. Reklamlarda oluşturulan melodik tekerlemeler, ahenkli sözcükler ve cingıllar çoğunlukla dikkat çekmek ve akılda kalmak amacı taşımaktadır (Scott, 1990).

Türkiye reklamcılık tarihinde bu tip kullanımlar 1980’li yılların sonunda gelişme göstermiştir (Batı, 2010). “Mintaksla canım Mintaksla”, “Akşama babacığım unutma Ülker getir”, “Bisküvi denince akla hemen onun adı gelir, Eti, Eti, Eti”, “Billur Tuz, akar, akar, akar”, Aygaz’ın melodisi, Garanti Bankası sucu çocuk ve 12 dev adam reklam müzikleri, markaları bugüne taşıyan önemli örneklerdir.

Melodik tekerlemeler, ahenkli sözcükler gibi müzikleri algılayan beyin, zaman içinde bunu marka ile birleştirmekte ve bütün haline gelen bu verilerin hatırlanması da yüksek olmaktadır (Boltz, Schulkind ve Kantra, 1991). Hatta bu kullanımlar Mintaks örneğinde olduğu gibi marka yok olmasına rağmen akılda kalan bir marka temsilcisi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Yukarıda belirtildiği üzere reklamda markanın ve mesajın algılanmasında, ayrıca istenilen duygunun verilmesinde sesler ve müzikler önemli rol sahibidir. Araştırmalarda reklam müziği türleri cingıl (jingle), marka sinyal müziği, reklam şarkısı, arka fon müziği (needledrop) gibi alt başlıklar altında incelenmiştir. Bu alt türlerdeki ses ve müziklerin doğru tasarlanması ve reklamda doğru kullanımı üzerine yapılan çalışmalar müziğin temposu, ses perdesi ve yapısının baskın özellikleri olduğunu ortaya koymuştur. Örneğin hızlı bir tempo, bir diyalog, resim veya benzer başka bir sahnede artan hız etkisi uyandırırken yavaş müzik dramatik tempoda azalma etkisi yapmaktadır (Kutlay, 2007).

Müzik sadece keyif alma, ilgi çekme vb. fonksiyonlarının dışında aynı zamanda süreç içinde kendi konumumuzu değiştirme, kimliğimizi oluşturma ve hatta kimliğimizi yeniden oluşturmayı da düzenleme yöntemidir (Aytekin, 2012).

Markaların kişilik özellikleri ile reklamlarında kullandıkları müzik arasında bir ilişkiden söz edilebilir. Hedef kitlenin sosyal statüsü, kişiliği ve kullandıkları ürünler ile müzik tercihleri arasında benzerlikler bulunmaktadır (Akgün, 2007). Bununla birlikte hedef kitlenin reklam müziklerine tepkisi temelde dört farklı unsurun karmaşık etkileşimi ile oluşmaktadır; bunlar (1) dinleyenin ortamı, (2) müziğin uyarıcılığı, (3) dinleyenin kişilik özellikleri, (4) reklam işleme stratejisi olarak tanımlanabilir (Lantos ve Craton, 2012).

Reklamlar verdikleri his ve duygularla etkilerini artırır. Müzik ve duygular birbirine bağlı konulardır (Akgün, 2007). Reklamlarda; marka kişiliği, hedef kitle ve reklam mesajı dikkate alınarak kullanılacak ses ve müziğin kısa ve uzun vadede markaya büyük ölçüde olumlu etkileri olacaktır.

Çalışmanın tamamını linkten indirebilirsiniz: Reklamda Ses ve Müzik Kullanımı AhmetYaman_2015_Article

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

MentorIthaka Kralı Odysseus Truva savaşı için vatanından ayrılırken, oğlu Telemachus’u ilerlemiş yaşlarında bir adam olan arkadaşı Mentor’a emanet eder. Uzun yıllar sonra savaştan dönen Odysseus oğlunu iyi yetişmiş biri olarak bulur. Buradan hareketle “Mentor” kelimesi; bilgeliğini, bilgisini ve tecrübelerini daha genç meslektaşı ile paylaşmanın tanımı olarak İngilizce’ye yerleşir.

 

Günümüzde dijital ekosistemin hızla yükselişi ve tüm sektörlere entegrasyonunun artmasıyla beraber özellikle üst düzey yöneticilerin neler olup bittiğini takip etmesi ve kavraması daha da zorlaştı. Yeni teknolojiler, sosyal medya, mobil cihazlar derken X – Y kuşakları gibi genellemeler de işin içine girmiş durumda. Haliyle bu şartların geçmişte olduğundan daha farklı yönetilmesi gereği kaçınılmazdı. İşte tam da mevcut koçluk ve danışmanlık programlarının, şirket içi eğitimlerin zorlandığı bu noktada yeni bir terimle tanıştık “Ters Mentorluk” (reverse mentoring).  Yani özetle Odysseus’un, bırakın oğlu Telemachus’u, torunlarından mentorluk alacağı bir dönemi yaşıyoruz.

reverse-mentoringTemelde yeni sayılabilecek bu konsept General Elektrik eski CEO’su Jack Welch’in kendisine bilgisayarlar hakkında bilgi vermesi için genç bir çalışanını atadığında resmen başlamış sayılıyor. Bundan sonra dünyada pek çok işveren benzer çalışmalarda bulundu. Bazıları teknolojik gelişmeleri ve değişen sosyal kültürü takip etmeye odaklanmışken, bazıları da üniversite öğrencilerinden eğilimlerini ve yeni iş fikirlerini takip edebilmek için bu yöntemi kullanıyor. Örneğin IBM’in uygulamış olduğu “Akıllı Rehberlik” programının bir parçasını ters mentorluk oluşturuyordu ya da Procter & Gamble “Mentor Up” adında farklı bir uygulama ile bunu hayata geçirdi. Genç bayanlardan oluşan bir ekip şirketin tüm üst düzey yöneticilerine ters mentorluk yaptı. Özetle amaç kadınların şirket içinde yaşadığı problemlerdi. Bu programda elde edilen yenilikçi önlemlerle şirkette kadın yönetici sirkülasyonunu durdurmada ciddi bir başarı sağlandı. Türkiye’de de son dönemde doğrudan ters mentorluk adı altında gençlerden mentorluk alan vizyoner yöneticiler bulunuyor.

Nihayetinde, genç çalışanların yeteneklerini keşfetmek ve dünyaya bakışlarını anlamak her organizasyon için değerli olmalıdır. Deneyimli çalışanlar ve özellikle yöneticiler mevcut tecrübelerinin sunduğu konfora alışmış ve enerjilerini daha stabil hale getirmiş olabilirler. Ters mentorluk sayesinde gençlerin yetkinlikleri, organizasyona faydaları ve yüksek enerjileri daha net farkedilerek onlara güveni de artıracaktır. Benzer şekilde bu genç profesyoneller de birlikte çalıştıkları insanları birer otorite figürü olarak tanımlayacak, kendi kimliklerini ve özgüvenlerini kazanma noktasında fayda sağlayacaklardır.

Tüm bunların yanında özellikle dijital ekosistemi anlamak için yapılan “Ters Mentorluk” ve benzeri programları mevcut mentorluk ve koçluk programları ile kıyaslamak veya bunların yerine uygulamaya çalışmak kesinlikle doğru bir yaklaşım değildir. Bunu yapmak deneyimli liderlerin bilgi ve tecrübelerini aktararak gençlerde sağlayacağı olağanüstü dönüşüm fırsatını geri çevirmek anlamına gelecektir.

Özetle aralarında mentorluk ilişkisi olan biri genç diğeri deneyimli iki çalışan düşünün. Programın içeriğini belirleyen ve mentorluk yapan kişi beklenin aksine genç olan, öğrenen taraf ise yaşı ve deneyimi daha fazla olan yılların profesyoneli. Bir organizasyon için böyle bir iletişim o kuruma ancak değer katar. Özellikle çalışma kurumsal zeminde yürütülür, net hedefler ve kriterler belirlenirse, genç mentor seçeceği konuda uzmanlığa sahipse, bu durumda “ters mentorluk” alan deneyimli çalışanın sağlayacağı fayda üst düzeyde olacaktır. Böyle bir çalışma hem gençlerin kendilerine güvenlerini artırabilir hem her iki taraf da birbirlerinin bakış açılarını daha doğru kavrayabilir.

Profesyonel yeni dünyada gençlere düşen görev ve sorumluluklar beklenenden çok daha fazla oluyor, olacak. Gençlere düşen teknolojiyi olduğu kadar sektörü, dünyayı, çağı sıkı takip etmek ve enerjilerini faydaya odaklamak. Görünen o ki yakın zamanda ters mentorluk çok daha fazla yayılacak.

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Dünyanın en çok satan ve okunan kitaplarından biri Küçük Prens. Günümüzde 210 ayrı dil ve lehçeye çevrilmiş durumda. Pek çok opera, tiyaro ve şarkıya ilham vermiş, 11 kez sinemaya uyarlanmış. Hatta Fransa 50 Frank’lık banknotların üzerine basmış. Bunlar wikipedia bilgileri, fazla uzatmıyorum.

50 Frank banknot görüntsü

Fakat özetle hepimizin kabul edeceği gibi çok değerli bir kitap.

Yakın zamanda Türkiye’de bir “Küçük Prens” patlaması yaşadık. Eminim dikkatinizi çekmiştir. Neredeyse tüm kitapçılar kitabı öne çıkardılar, mağaza içlerinde yoğun tanıtımlar yapıldı, gazetelere/dergilere reklamlar verildi. Kitabın birdenbire 30 civarı farklı çevirisi piyasaya sürüldü. Bunun sebebi yazarın ölümünün üzerinden 70 yıl geçmiş olması. Bu duygusal bir durum değil, bir yazarın ölümü üzerinden 70 yıl geçince eserleri serbest kalıyor, yani 01.01.2015 tarihinde eserin telif hakları kamuya mâloldu. Telif hakkındaki koruma maddesinin hükmü sona erince fırsattan istifade çeviren çevirene piyasaya sürdü. Dünyada durum nasıl bilmiyorum.

Buraya kadar olan kısım girizgâhtı. Asıl yazmak istediğim başka.

Dünyada bu kadar popüler olmuş kitabın bir bölümünde Türk bir gökbilimciden bahseder, hem de küçük prensin geldiği gezegeni ilk kez gören ve uluslararası bir kongrede sunan bir bilim adamı olarak. Fakat kıyafetinden dolayı onu kimsenin ciddiye almadığını anlatır ve ekler “büyükler böyledir işte”…

Devamında yazılanlar Türkçe çevirilerinde sansürlenen bir bölüm. Bu bahis şöyle devam eder; Bir zaman sonra halkına Avrupalılar gibi giyinmeyi zorunlu hale getiren bir lider çıkar. Bu liderin kuralları sonrası aynı gökbilimci aynı sunumu Avrupalı kıyafetleriyle tekrar yapar ve bu sefer düşünceleri kabul görür. Kitabın orjinalinde bu liderden diktatör olarak bahsediyor, yani Atatürk’ten.

Bu sene başında eklenenlerle birlikte piyasadaki 30’a yakın çeviri incelendiğinde garip bir tablo çıkıyor. Kimi yazar ilgili bölümü tamamen çıkarmış, kimi ise “sınırsız yetkili lider”, “dediğim dedik bir Türk önder”, “otoriter bir Türk lider” gibi bence komik ve gereksiz çevirilere imza atmış. Çevirileri aşağıda bulabilirsiniz.

Bu noktada şunları merak ediyorum:

  • İlgili bölümü orijinal versiyonunda değiştirmek mümkün olmadığına göre, dünyada 150 milyona yakın satmış bu kitabın Türkçe çevirisinde neden aslına sadık kalınmaz. Kendi kendimizi niye kandırıyoruz.
  • Hadi geçmiş zamanlarda böyle oldu ama yeni çevirilerdeki bu özgüven eksikliğinin sebebi nedir. Bunu sadece bir çocuk kitabı olarak varsaysak bile evlatlarımıza neyin ne olduğunu açıklayamayacak kadar bilgisiz ve güvensiz miyiz.
  • Burada asıl eleştiri Avrupa’lıların fikirleri insanların dış görünüşlerine göre değerlendirmesi iken biz neden bir kelimeye müdahale ediyoruz.

Bu durum kendi tarihini, kendi liderini tartışmaktan, tanımaktan, karşı durmaktan veya savunmaktan çekinen bir sistemin özgüven eksikliği değil midir. Görüyoruz ki; bu durum dün böyleydi, ancak bugün de böyle.

Yazarın suluboya resmi ile yayınlanmış görsel.

Yazarın kendi suluboya resmi ile yayınlanmış görseli.

Kitabın Orijinal Metni:

J’ai de sérieuses raisons de croire que la planète d’où venait le petit prince est l’astéroïde B 612. Cet astéroïde n’a été aperçu qu’une fois au télescope, en 1909 par un astronome turc. Il avait fait alors une grande démonstration de sa découverte à un Congrès International d’Astronomie. Mais personne ne l’avait cru à cause de son costume. Les grandes personnes sont comme ça. Heureusement pour la réputation de l’astéroïde B 612 un dictateur turc imposa à son peuple, sous peine de mort, de s’habiller à l’européenne. L’astronome refit sa démonstration en 1920 dans un habit très élégant. Et cette fois-ci tout le monde fut de son avis.

Can Yayınları Çevirisi, Çeviren: Cemal Süreya- Tomris Uyar

Küçük Prens’in geldiği gezegenin “Asteroid B-612″ olduğu konusunda yabana atılamayacak kanıtlarım var. Bu gezegeni bir zamanlar teleskopla ilk kez gören biri olmuş: 1909’da bir Türk gökbilimcisi. Bu konuda hazırladığı raporu Uluslararası Gökbilimciler Kurultayı’na sunmuş. Ama başında fes, ayağında şalvar var diye sözüne kulak asan olmamış. Büyükler böyledir işte. Bereket versin, Astereid B-612’nin onurunu kurtarmak için dediği dedik bir Türk önderi tutmuş, bir yasa koymuş: Herkes bundan böyle Avrupalılar gibi giyinecek, uymayanlar ölüm cezasına çarptırılacak. 1920 yılında aynı gökbilimci bu kez çok şık giysiler içinde Kurultay’a gelmiş. Tabi bütün üyeler görüşüne katılmışlar.

 

Küçük Prens Çevirileri – Atatürk Bahsi:

Çeviren: Kemal Taşkıran, (Yason Yayınları)
Otoriter bir Türk lider, halkına Avrupalılar gibi giyinmelerini emretmiş, emre uymayanlara ölüm cezası uygulanacağını bildirmişti.

Çeviren: Sumru Ağıryürüyen, (Mavibulut Yayıncılık)
Ama, asteroid B612’nin şansına; dediği dedik bir Türk lider, karşı çıkanları ölüm cezasıyla tehdit ederek, halkının Avrupalılar gibi giyinmesini şart koştu.

Çeviren: Kerem Topuz, (Remzi Kitabevi)
Neyse ki, B 612 numaralı gök cismi itibarını yerli yerine oturtacak bir olay oldu: Bir Türk lider zorunlu bir kıyafet devrimi yaparak halkına Avrupalılar gibi giyinmelerini dayattı.

Çeviren: Ahmet Korkmaz, (Kanyon Kitap)
Bir süre sonra bir Türk lideri herkesin Avrupalılar gibi giyinmesini zorunlu kılmış, hatta buna uymayanları ölümle cezalandıracağını söylemiş de…

Yayıma Hazırlayan: Cevdet Yalçın, (Gül Yayınevi)
Aynı gökbilimci çağdaş bir kıyafetle aynı açıklamayı yaptı. Bu kez…
(Bu çeviri konuyu tamamen pas geçmiş)

Çeviren: Ayşe Meral,  (Beyan Yayınları)
Neyse ki, baskıcı bir Türk önderi, ölüm cezası tehdidiyle, halkını Avrupalılar gibi giyinmeye zorlamıştı da B 612 asteroidinin onuru kurtulmuştu.

Çeviren: Ahmet Muhip Dranas, (Kapı Yayınları)
Bereket, Türkler sonradan büyük bir önderin yardımıyla Avrupalılar gibi giyinir oldular da B 612 yıldızının ünü kurtuldu.

Çeviren: Haktan Birsel, (Lotus Yayınevi)
Hele şükür ki, B 612 asteroidinin keşfi için, bir türk diktatör çıktı, ölüm cezasıyla halkını Avrupalılar gibi giyinme konusunda etkiledi.

Çeviren: S. İpek Ortaer Montanari, (İthaki Yayınları)
Bereket versin ki, B-612 astereotinin ünü için de önemliydi bu, bir Türk diktatör halkına, idam cezası zoruyla Avrupalılar gibi giyinmeyi dayattı.

Çeviren: Tayfun Törüner, (Yakamoz Yayınları)
Neyse kibir Türk önderi, halkının Avrupa tarzı kıyafetler giymesini emretti, aksi davranan idam edilecekti.

Çeviren: İsmail Yerguz, (Say Yayınları)
Neyse ki dediğim dedik bir Türk lider, Asteoid B-612’nin onuruna, halkına Avrupalılar gibi giyinmeyi emretti ve Emre uymayanları ölüm cezasına çarptıracağını söyledi.

Çeviren: Fahrettin Arslan, (Hece Yayınları)
Mutlu bir olay B 612 gezegeninin üne kavuşmasını sağladı: Bir Türk diktatör,halkını, ölümle tehdit ederek Avrupalılar gibi giyinmeye mecbur etti.

Çeviren: Selim İleri, (Everest Yayınları)
Neyse ki, dediği dedik, sınırsız yetkili bir Türk başkanı çıkmış da, halkını ölüm cezasıyla korkutarak Avrupalılar gibi giyinmeye zorlamış…

Çeviren: Müge Kalender, (Fom Kitap)
Mutlu bir rastlantıyla Asteroid B 612’nin ünü kurtuldu. Çünkü buyurgan bir Türk yönetici halkını ölüm cezasıyla korkutarak Batılılar gibi giyinmeye zorladı.

Çeviren: Işık Ergüden, (Büyülü Fener)
Neyse ki asteroit B612’nin şerefine, bir Türk diktatör halkına Avrupalılar gibi giyinmelerini emretmiş; yoksa ölüm cezasına çarptırılacaklarmış.

Çeviren: Murat Erşen, (Zeplin Kitapevi)
Neyse ki Asteroid B 612’nin itibarını kurtarmak için bir Türk diktatörü, halkına Avrupalılar gibi giyinmeyi zorunlu kılmış, karşı gelenlerin cezası da ölümmüş.

Çeviren: Aylin Yengin, (Kırmızıkedi Yayınevi)
Neyse ki, asteroid B 612’nin kısmetine, bir Türk lideri, karşı çıkanların cezalandırılacağını söyleyerek, halkının Avrupalılar gibi giyinmesini şart koştu.

Çeviren: Onur Tunç, (Yuva Yayınları)
Ama B-612’nin şansına, bir Türk diktatör, karşı çıkanları ölüm cezasıyla tehdit ederek, halkına Avrupa tarzı giyimi dayatmış.

Çeviren: Atakan Ural, (Pupa Yayınları)
Neyse ki bir Türk lideri, B-612 Asteroidi’nin tanınması için, halkının Avrupalılar gibi giyinmesini, buna uymayanları ölüm cezası verilmesi zorunlu kılmış.

Çeviren: Orçun Türkay, (Notos Kitap Yayınevi)
Asteroid B-612’nin şansına, tüm yetkileri eline alan bir Türk yönetici, ölüm cezasıyla gözdağı vererek halkını Avrupalılar gibi giyinmeye zorladı.

Çeviren: Naime Erkovan, (Şule Yayınları)
Neyse ki B 612 gezegeninin ünlenebilmesi için otoriter bir Türk lideri, halkına Avrupai giysiler giyme zorunluluğu getirdi; aksine davrananlar ölüm cezasına çarptırıldı.

Çeviren: Adnan Yaşar, (3 Adam Yayınları)
Bir süre sonra bir Türk lideri herkesin Avrupalılar gibi giyinmesini zorunlu kılmış, hatta buna uymayanları ölümle cezalandıracağını söylemiş de…

Çeviren: Nadir İpek, (İlgi Çocuk)
B 612 asteroidinin tanınması için bir Türk devlet adamı, idam cezasıyla, iyi ki halkını Avrupalı tarzda giyinmeye zorlamış.

Çeviren: Serkan Ozan Özağaç, (Palto Yayınevi)
Ama Asteroid B612’nin şansı varmış ki bir gün otoriter bir Türk lider, halkını Avrupalı gibi giyinmeye zorlayarak bu uygulamaya karşı çıkanları idam cezası alacak olmalarıyla tehdit etti.

Bu arada Türk Eğitim-Sen de kitabı MEB’in öneri listesinden çıkarttırmak gibi bir görev üstlenmiş.
http://www.turkegitimsen.org.tr/haber_goster.php?haber_id=14179


EK
: Yazar Antoine de Saint-Exupéry ve esere ilham verdiği söylenen eşi Consuelo.        

Küçük Prens

Not: Kapak resmi bana doğum günümde küçük kardeşim Berna’nın kendi yaptığı çok özel hediyesidir.

1 cevap

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Sevgililer günü; vahşi kapitalizmin büyük bir oyunu. Sosyal ortamlarında hediye veya çiçek alamayarak ezik kalan sevgililerinin baskıcı gücüyle erkeklere para harcatma yöntemlerinden bir tanesi.

Sevgililer günü; küresel sermayenin para harcatıp pazarı harekenlendirerek kodamanların cebini daha çok doldurmaları için büyük bir tuzak.

Sevgililer günü; örfümüzde ananemizde, dinimizde diyanetimizde olmayan sahte bir sevgi gösterisi. Caiz bile değildir belki.

Üstelik biz sevgimizi öyle bir güne sığdıramayız…


Ne demezsin!

Erkekler olarak imdat simidi gibi yapıştığımız bu klişeleri gelin tekrar sorgulayalım. Hatta mevzuya biraz da bencilce bakalım. Yani sevgilimizi, eşimizi, dostumuzu, arkadaşımızı sevindirmek bir yana bunun kendimize de somut bir faydası yok mudur? Yani dostum, mecbur kaldığın için yapmış olsan dahi biraz da olsa iyi hissetmedin mi?

Erkeğin Hediyesi

Bunun bir cevabı var, hem de bilimsel bir araştırma ile. Üstelik yapanlar İsviçreli bilim adamları değil, Danimarka’da yapılmış (Gerçi çok farklı sayılmaz ama sanki daha güvenilir).

Claremont Graduate Üniversitesi, ABD ( CGU ) nörobilimcisi Paul Zak yeni bir deney yaparak Sevgililer Gününde hediye alan erkekler için durumun çok da kötü olmadığını ispatlamış. Hediye almak ve güzel birkaç söz söylemek erkeklerde mutluluğun artmasına ölçülebilir derecede etki ediyormuş. Şöyle ki;

Test yapılan deneklerden mevzunun öncesinde ve sonrasında kan örnekleri alınmış. Hediye verip birkaç güzel söz söyleyen erkeklerde mutluluk hormonu olarak bilinen oxitosin seviyesi %27,5 oranında artmış.

Yani arkadaşlar, sevdiklerinize, eşinize, dostunuza hediye alın. Hediye almak, güzel söz söylemek için ne fırsat varsa değerlendirin, varsın “bunlar hep kandırmaca” olsun. Çünkü siz de iyi hissedeceksiniz.

Ben demiyorum, araştırma diyor. Videosu bile var:

Araştırmanın detayları şu linkten okunabilir: http://www.cgu.edu/pages/4546.asp?item=8320

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Gitar çalan parmaklar

Gitarımla yeniden hasbihal etmeye başladığım şu günlerde eskilerin hatırasını canlandırmak kaçınılmazdı elbette. Ve bu sıralar ne vakit eskilerden bir anıyı hatırlasam bir adım ötesine dair cevaplarla karşılaşıyorum.

Bundan yıllar önce bir manzara karşısında aldığım hazzın ne derece yüksek olduğunu gerekçesi ile arkadaşıma anlatmıştım. Yakın zaman önce bir tekrar yaşadık. Mevzu kısaca şu;

Enstrüman çalmak insanın hayata bakışını ne kadar değiştirebilir?

Benim bu soruya dair eskiden beri herhangi rasyonel bir gerekçe sunamadan savunduğum bir “gerçek” var, buna bir çeşit sezgisel akıl demek de mümkün. Ancak bahsettiğim melodilerin derin anlamı veya enstrümanla kız tavlamanın 7 püf noktası gibi bişey değil, daha basit.

Öyle ki; bir enstürman çalan insanın beyninde hayattan zevk almasını, gördüklerini daha derin farketmesini, düşünmenin dahi ruhla yapılmasını sağlayan bölümleri geliştirdiğini iddia ediyorum. Örneğin enstrüman çalan birinin denizin kenarından izlediği vapur ve martılar manzarasına bakarken gördüğü şey ve aldığı haz başkalarında olmasa gerek.

Aynı manzaraya bakınca görülen – temsili;

Görüntü çok canlı ve parlak. İstanbul boğazında arkadan görünen bir vapur ve etrafında uçuşan martılar.      Soluk ve cansız bir fotoğraf. İstanbul boğazında giden bir vapur ve etrafında uçuşan martılar.

Elbette o esnada kişinin düşündüğü yaklaşan ev kirası, ayrıldığı sevgilinin acısı, finallerde takan hocanın insafı, yasak yere parkedilen aracın akibeti gibi konular bunu ne kadar etkiliyor tahmin etmek zor. Bu kadar detay da ancak bir araştırma ile anlaşılabilirdi zaten.

İşte uzun yıllardır söylediğim bu savımı yakın zaman önce yine dillerdirdikten sonra Sinan Canan’ın bir retweet’i ile karşılaştım.

Sinan Canan'ın "Enstrüman Çalmak Beynimize Ne Kazandırır?" tweet'i

Link’e tıklayınca açılan TED videosunu aşağıda izleyebilirsiniz. Türkçe altyazı desteği mevcut.

Araştırma özetle şunu söylüyor:

  • Enstrüman çalmak beynin hemen her bölümünü aynı anda meşgul ediyor.
    Özellikle görsel, işitsel ve motor kortekslerini çok geliştiriyor.
  • Disiplinli ve planlı olarak çalınan bir enstrüman beynin bu işlevlerini güçlendiriyor ve beynin görsel/işitsel gücünü başka aktivitelerde de kullanmanızı sağlıyor.

Enteresan denebilecek önemli bir nokta da şöyle;

Sözel ve matematiksel kısımla daha çok ilgili olan sol beyin ile yenilikçi ve yaratıcılıkla ilgili sağ beynin arasındaki köprünün (Corpus callosum) hacmini ve etkenliğini artırıyor. Böylece mesajlar beyinde daha hızlı ve çeşitli yollardan iletilebiliyor. Bu da enstrüman çalanların hem akademik hem de sosyal ortamlarda daha etkili olabileceğini gösteriyor.

Son olarak bu fayda sadece enstrüman çalmaya özgü. Spor veya resim yapmak aynı etkiyi sağlamıyor. Bunun nedeni ve daha ilginç bilgiler için video’yu izlemenizi tavsiye ederim, toplamda 5 dk. bile sürmüyor:

 

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.